Faye Dunaway, Bukowski ve Mickey Rourke Barfly setinde
Bazı adamlar vardır, hala 12 Eylül ihtilalinden yeni çıkmış gibi kitaplarını sararak dolaşırlar. Belki de beyinlerdeki darbeye karşı duyulan bir güvensizlik ile yargılanmak, yorumlanmak, etiketlenmek istemeden dolaşmak içindi tüm bunlar… (Ekseriye bu sarılan kitapların bir çoğunu Bukowski kitapları oluştururdu.) Bu adamlar, “Parantez” içindeki İstiklal caddesinde Aznavur pasajı ‘‘yer altındaki’’ kata iner, ödeme usulleri kendine has tarzda olan kitapçıdan iki veya dört kitap ile dışarıya çıkarlardı . Onca yıl 1, 3, 5 gibi tek sayılarda kitap alanlarına şahit olmadığımı söylemem yalan olmasa gerek.
1990’lar ve 2000’lerin başında her şey normaldi. Kimin ne olduğu ve nasıl davranabileceğini az çok yordayabilirdiniz. Ama bazı şeyler hızla şekil değiştirdi. Kitap okuma kültüründen, film izleme anlayışına ve hatta müzik satın alma usullerine kadar geniş bir yelpazeye hâkimdi bu değişim… Bir keresinde protest halk müziğinin önemli temsilcilerinden birinin kendi korsan cd’sini satan ve müziğini çalan satıcıya kolay gelmesi temennisinde dahi bulunduğuna şahit olanlar vardı.
Tüm hikaye bundan sonra başlıyor…
İstanbul’a gitmek için 2011’in alelade bir gününde Zalifre’den yola çıktım ki gördüklerim ise komedi. Büyük kentlerdeki evcil hayvan satıcılarının ve ‘‘sex’’ eşyası dükkanlarının isimlerine eklemekten haz duyduğu ‘‘shop’’ takıntısı, artık otoban kenarlarındaki alışveriş merkezlerine de sirayet etmiş. Aslında Freud’un bir kez daha haklı çıkmış olmasına sevinmedim de değil! O demiyor muydu “İnsan davranışları, saldırganlık ve cinsellik duygularının kaynağı id ile yönlendirilir” diye. Toplumun bilinçaltından fışkıran bu gerçekliği görerek alışveriş merkezinden içeri girdim. Koridora yayılmış bir kitapçının yanına yaklaşıp rafları incelerken bir de ne göreyim? Satıcının tüm kitapları sırtları gözükecek şekilde dar bir alana dizilmişken, Charles Bukowski’nin kitapları genişçe ve tam iki rafa, ön kapakları gözükecek şekilde sunuluyordu. Bu işte bir gariplik olduğu ortadaydı.
Aldırmadım yoluma devam ettim. Ertesi gün Üsküdar’da ikamet eden bir dostuma uğradım. Elindeki bazı kitapları sahaflara satarak 1+0 olan evinin tek odasında kendine yer açıyor, hem de zamanında bu kitaplara ödemiş olduğu paranın bir kısmını geri alıyordu.
Kitapları satmak üzere Kadıköy’e giderken dostum bana sahafların Bukowski alma isteklerinden bahsetti. Gerçekten de anlattığı hikâyeye uygun yılışık bir kitapçının Bukowski kitaplarını ucuza düşürüp, kendince iyi paraya satma isteği midemi bulandırmaya yetti. Sahafın ısrarla Bukowski seti araması ve istemesi yer altı edebiyatı adına insanı hüzünlendirse dahi, otoban kenarındaki shop satıcısının neden her yeri Bukowski kitapları ile donattığını da anlamamı sağladı. Artık Henry Chinaski de popüler kültürün içindeydi. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de bir gurup, 1983’teki ölümünden birkaç ay önce ancak videoya alınan Cemil Meriç’i keşfederken(!); internette de yer yer edebiyatın yalnız adamı Oğuz Atay yada Atay’ın ‘olric’i hızla tüketiliyordu. (Oğuz Atay’a yazdığı eser ile sahip çıkan Hakan Günday’ın ‘Az’ı ise dikkat çekici).
Popüler kültürün tüketim çılgınlığında sıra Bukowski’ye çoktan gelmiş bile… Hâlbuki Bukowski’nin popülaritesi Amerika’da 1980’ler ve 1990’larda tavan yapmış, sadece bu durumun Türkiye’ye sirayeti 15 yıl kadar gecikmişti. Bunu tetikleyen ise Kaybedenler Kulübü adındaki sinema filmi olmuştur. Bu arada Taksime gittiğimde Aznavur Pasajında Parantez Yayınlarını bulamadım galiba yer üstüne çıkmışlardı!
Henry Chinasky’i tanımayan birçok kişi avangard tavırlarıyla yalnızlık ve sahte solculuk oyunları yapan Kaan ve Mete adındaki bu iki arkadaşa hayran olabilirler. 68 kuşağı, 12 Eylül, William Blake, özellikle de Bukowski, filmde ustaca sömürülmüş. Ve hatta şunu söylemekte hiçbir mahzur yoktur ki: Bu film baştan aşağı Bukowski taklitçiliğidir… Öyle ki filmin sonunda ıssız adam dahi sahneye şöyle bir gelip gidecektir! Filmde popüler olmayan bir radyo programı yapan iki arkadaşın hikayesi anlatılmakta; ancak filmin kurgulanışı ise insanların sıkılacağı(!) şekilde değil de, klasik bir aşk hikayesi gibi sunularak ticari amaçları da gözümüze gözümüze sokulmaktadır. Bukowski özentiliğini, onun fotoğraflarını filminde kullanmaktan çekinmeyerek gösteren yönetmen; onun üslubunu ise neredeyse hiç benimsememiştir. Örneğin Kaan’a aşık olan kadının onu kontrol tarzı ile Bukowski’nin kahramanı Henry Chinasky’nin kadınları arasında derin bir fark vardır. Gerçi Zeynep adındaki kadın karakterin dışındaki kadınların hepsinin umursamaz tavırları dikkatimizi celbetse de Zeynep’in üzerinde durmamız gerekecek, çünkü o aşık olduğu kadındı Kaan’ın. Bukowski’nin kadını ise aşağıdaki şiirinde anlattığı gibidir:
“olağandışı bir kadın”
kadının tekiyle tanıştım
ve bana,
korkunç durumdasın, dedi,
seni toparlamamız lazım,
ve siyah noktalarımı sıkmaya başladı.
her yerde sıkıyordu
siyah noktalarımı:
arabada, markette,
yatakta, parkta
(arada da
sevişiyorduk)
aşkım tükenmeden siyah noktalarım tükendi.
şimdi ne
yapacağız, diye sordu.
sonra kulaklarımdan ve burnumdan kıl
çekmeye başladı, sırtımdan,
cımbızla, aşkım tükenmeden
kıllarım tükendi.
şimdi ne yapacağız, diye sordu.
aşkım tükenmeden
siyah noktalarım ve kıllarım
tükendi.
şimdi eşyalarını topladı,
bu gece evi terkediyor,
ama önce kulaklarımdaki
bal mumunu temizleyecek.
oldukça olağan dışı bir kadın.
İlk bakışta yine çıplak bir Bukowski özentiliğine düştüğünü söyleyeceğimiz ve bize sevimsiz gelebilecek içki ve seks partilerini affettirmeyi ise Kuşbeyinli adındaki derviş ruhlu adamı ziyaretinde yapılan Süleymaniye Camii sohbeti ile affettiriyor yönetmen. Mesajı ise şudur: Tutkulu bir sevda yoksa işin içinde, vuslata kavuşmak da imkânsızlaşır.
Filmdeki oyunculuklar ise oldukça iyi ve abartı yok. Filmde sadece Barfly var. O kadar ki Barfly’de Henry Chanisky’i oynayan Mickey Rourke ile Nejat İşleri ayırt etmek neredeyse imkânsız.
“Kaybedenin Önde Gideni”
Sadece sıkıcı insanlar sıkılır.
Sadece yanlış bayraklar dalgalanır.
Size Tanrı olmadılarını söyleyen insanlar aslında aksini düşünürler.
Tanrı başarısızlıkların bir icadıdır.
Tek cehennem bulunduğun yerdir.
Dallas’tan geçtim ve Pasadena’da aylaklık ettim.
Anam ağlamadı çünkü ağlatacak kimse yoktu.
İki boy aynasını tuzla buz ettim ve beni
hâlâ arıyorlar.
İnsanın asla girmemesi gereken mekânlara girdim.
Acımasızca dövülüp ölü diye bırakıldım.
Kafatasımda cop darbelerinden oluşmuş bir sürü yumru var.
Melekler korkudan altlarına kaçırdılar.
Harikulade bir insanım.
Siz de öylesiniz.
O da öyle.
Güneşin sarı nabzı ve dünyanın görkemi de
Kaybedenler Kulübü filminden bir sahne
Barfly’dan bir sahne
“Bu yazı 2011 yılında Zalifre Yazıları Edebiyat ve Şiir dergisinin internet yayınındaki Çuvaldız İğne köşesi için yazılmıştır.”MK
Charles Bukowski