Uyku, yavaştan beni yoklamaya başlamıştı artık. Babaannemin o cennet kokan kucağında dizlerimi karnıma çekebildiğim kadar çekiyor, böyleyken kendimi daha huzurlu hissediyordum. Babaannemin “Uydun mu oğlum Hüseyin,” diye seslenmesiyle hemen toparlanıp “Hayır nene, devam et merak ediyorum sonunu,” dedim.
“Ah oğul, çok günler olmuştu olmasına amma, Türk tahtında kağan soyu hala devam ediyordu. Lakin bütün yurtta derinden yürek burkan bir inilti peyda olmuştu. Dağ-taş, kurt-kuş, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa hep bir ağızdan çağırmaya başladılar “Göç, Göç…” diye. Bu inlemelere hiç yürek dayanır mıydı? Elbette ki hayır! Türkler bunukutsal buyruk bildiler. Toparlandılar, yola koyuldular. Yurtlarını, yuvalarını bırakıp uzak diyarlara göç ettiler.”*
Çok etkilenmiştim, babaannemin kadife sesinden midir yoksa milletin sızısını yüreğimde hissetmemden midir nedir, kendimi bu efsanenin tam içinde bulmuştum. Kulağımda uğultular gittikçe yükseliyordu: “Allah Allah, kaçın, yardım edin, çeteler köyü bastı, anne, baba (ve ağlama sesleri…)”
Kapımızın hemen önünden çığlık seslerinin yükselmesiyle babaannemin beni kucağından savurması bir oldu. O an anlamıştım; kulağımdaki gürültü masalın etkisi değildi. Kapının önüne çıktığımızda karanlığı delip geçen ve şuursuzca sağa sola koşuşan Deliorman köylülerinin kargaşasına şahit olmuştuk. Uğultu haline gelen seslere yanık kokusu da eşlik etmeye başlamıştı. O gece sanki hiç sabaha ermedi.
Gün ağardığında ise yalağın kenarında, baygın babamın kucağında buldum kendimi. Az ötede Ali Rıza amcam sönmeye yüz tutmuş ateşin tam ortasında hüngür hüngür ağlıyordu. Nasıl ağlamasın bir koyundan, yüz yapmıştı ahırını. Malı, mülkü, canı, sarı kızı, çilli horozu hepsi yanarak telef olmuştu. Yaşlılığının son günlerini yaşayan av köpeğimiz Civek ise buldok köpeği misali sarkan yanaklarının üstüne düşürdüğü kulaklarını burmuş, gözleri nemli bizi gözlüyordu.
Bizim eve doğru kafamı çevirdiğimde kapının açık olduğunu gördüm. Ahırımıza yangın ulaşmamıştı çok şükür. Ama Bulgar çetelerinin mesajı kulaktan kulağa yayılıyordu: “Yarın akşama burada bir Türk dahi görmeyeceğiz.”
Annem sandığını açmış ve yedi kuşaktır doğan her çocuğun göbek bağlarını bağladıkları seccadesini bohçasının en üstüne yerleştiriyordu. Öyle ya her çocuk namaza duracak, haram nedir bilecek ve kul hakkı yemeyecekti. Ufak kardeşim Hasan ise babamın ona ufak ağaç parçalarından yaptığı tekerlekli arabasını “Bana ne arabamı da yanımda götüreceğim!” ağlamalarıyla annemi ikna etmeye çalışıyordu. Annem ise gözlerini bohçasına mıhlamış bir şekilde Hasan’a hayıflanıyordu: “Ah be Hasanım ta Anadolu’ya kadar yüzlerce kilometre tahta arabanı nasıl taşıyalım? Üstelik bedenlerimiz ve ruhumuz bu kadar yüklüyken!”
Ben okumaya yeni geçmiştim. Babam evimizin başköşesindeki Kur’an-ı Kerim’i indirip, “Bak oğul burada yazıyor adın ve doğum tarihin, emanet senindir,” dedi. Tereddüt etmedim bile, hemen uzandım kucakladım. İhtiyacım olan tek şey kitabımdı. Dün gece daha iyi anlamıştım bunu yoksa herkes çağırır mıydı tek bir ses ile Allah’ı?
Vakit ikindiye dönmüş, zaman daralmıştı. Bugün sıra bizim köydeymiş ve tek bir Türk kalmayacakmış. Babam hırsla annemi “Ayşe!” diyerek yanına çağırdı. “Haydi, yardım edin de kümesteki tüm tavukları kesip dağıtalım köylüye, kefereye bırakmayın emeklerimi!” Babamın her sabah yumurtalarına dahi kıyamadığı tavuklarımız köylüye yolluk oluyordu. Bulgara kalacak değildi ya!
Kopamıyorduk köyümüzden; baharda açan çiğdemlerinden, harman yerindeki bayram helvalarının anısından, goca nenemin, büyük babamın mezarından, karşı köyün çocuklarıyla yaptığımız futbol turnuvalarından, sıcaktan kavrulan boğazımızı serinleten meydandaki oluktan ve çatılarımızda asılı duran geyik boynuzlarından…
“Evlerimizin çatılarındaki kutsal geyik boynuzları korudu bizi gavurdan,” diye başladı nenem anlatmaya. “Biz geyikleri bile vurmaya kıyamayız. Dağda düşürdüğü boynuzları toplar asarız çatıya, yoksa Abdal Musa uğramaz beddua eder ocağımıza.” Göç kervanı zor da olsa yola koyulmuştu. Yol gittikçe uzuyordu. Kardeşim Hasan kah babamın sırtında kah annemin kucağında, tabanlarımız şişip ayaklarımız nasır bağlayana dek yürüdük. Edirne’ye vardıktan sonra trenle İstanbul’a geldik. Bir iki gün Haydarpaşa Garı’nın mermerleri üzerinde konakladık. Kafileler yavaş yavaş Anadolu’nun çeşitli yerlerine gönderiliyordu. Bizim nasibimize Safranbolu düştü. Vagondaki yerimizi alınca Hasan, suratını ay yıldız baskılı cama dayayarak “Daha ne kadar göçeceğiz baba?” diye sordu. Babam da “Göçümüz ancak cennette biter Hasanım,” dedi. Büyük bir zırhlının içindeymişiz gibi vagonda kendimizi ilk defa güvende hissediyorduk. Yol çok uzun sürdü. Ray atlamaları sanki demir dövülürcesine sesini kulaklarımıza mıhlamıştı. Ta ki “Karabük” istasyonunu ortasında göç yükümüz ve yeni hayatımızla baş başa kalana kadar…
Kamyondan bozma bir otobüs bizi Safranbolu Hükümet Konağı önüne götürdü. Kayıt bürosunda bekledik birkaç saat, açlığımızın bize eşlik etmesi de cabası… Donuk suratlı, sivri kulakları olan bir memur “Hoş geldiniz, şehre gidiyoruz,” diyerek ayaklandırdı bizi. Akçasu Mahallesi’nde Süleyman amca ve Hafize teyzeye misafir olacakmışız. “Göçümüz bittiğine göre cennete de gelmiş olmalıyız” dedi Hasan! Babam günlerdir ilk defa tebessüm etti. Annemin gözleri doldu, Babaannem ise “Benim cennetim Deliorman’da, bu senin cennetin çocuğum,” dedi. Babamın tebessümü tekrardan kayıplara karıştı, kaybettiği cennetini hatırlayınca.
Süleyman amcalar gönüllü olarak bize evlerinin kapısını açıyorlardı. Büyük bir aile sıcaklığıyla karşıladılar bizi. Hal hatır soruyorlar, havadan sudan konuşuyorduk ama yaşadığımız acılara kimse değinmiyordu. Bu milletin en ilginç özelliğiymiş acılarını pazarlamamak sonradan öğrenecektim bu gerçeği!
Uzun kalmamız gerekirse diye evlerinin hemen üzerindeki kömürlükten bozma kulübeyi temizleyip bize yaşam alanı haline dahi getirmişti Süleyman amca. Akşam ezanıyla yer sofrasına oturduk. Süleyman amca devamlı “Torunum hadi yesene, torunuma ayran, torunuma çorba, yayım da var hem de cevizli; bizim fakir kıymasıdır ceviz,” diyordu kahkaha ile… “Banduma nerde galdı e Hafize?” demeye kalmadan Hafize teyzeninbandumayı sofranın ortasına koyması bir oldu. O ana kadar yemekte olan babamın gözleri dakikalarca bandumaya* sabitlendi. Süleyman amca “Ali bey evladım sevmediysen,”demesiyle, sözünü kesen babam “Olur mu Süleyman amca Allah artırsın, Allah Halil İbrahim bereketi versin, ziyade olsun,” diyerek müsaade istedi. O gece bizimkiler uzandığı yerde kaldı. Çok yorgunduk ve yeni hayatımız sabırsızlıkla bizi bekliyordu.
Babam Karabük’te bir haddehanede tır şoförlüğüne başlamıştı. Garibimin kaderiydi yollarda kalmak demek ki. Kim derdi ki bu göç sonrasında aralıksız yirmi sekiz yıl boyunca tır üzerinde kalacak diye. Bizse Safranbolu’yu çok sevmiştik. Hasan ile bir müddet Gümüş İlkokulu’na gittik. Safranbolu tarihi bir yerdi, Karabük ise işçi ve mühendis evleri ile çok ilginçti, rüya gibi. Bazen babamın tırıyla demir çelik fabrikalarına girdiğim de olurdu. Fabrika, çocukluk masallarımdaki devasa ejderhalar gibiydi. Ülkenin dört bir yanından gelen madenleri birleştiriyor ve demirle çeliği üretiyordu. Çok sonraları anladım çok uzaklardan gelip bu kentte nasıl tutunduğumuzu, mayasında vardı bu şehrin;potasında eriterek güçlenmek…
Babam uzak yollardan geldiğinde ise evimizin bahçesindeki ufak kümesinde saatlerce vakit geçirirdi. Üç dört cins tavuğu vardı, elleriyle topladığı yumurtalarıAkçasu’daki Süleyman amcaya gönderirdi. Hayatımız düzene girmişti ve yıllar çok süratle geçiyordu. Ancak son birkaç aydır babamda sebebini bilemediğimiz bir maraz ortaya çıkmıştı. Gece komalarına giriyor çok zor kendine geliyordu. Karabük’teki doktorlar çare olamayınca Ankara’ya sevk ettiler. Eğitim araştırma dediler ama babamın her yeri delik deşik oluyor hastalığına bir türlü teşhis koyamıyorlardı. Zamanında safra kesesini aldırmıştı, acaba kanser miydi diye düşünüyorduk ve sonra bu kötü düşünceyi anında def ediyorduk aklımızdan. Babamın ağrılarının zirve yaptığı koma gecelerinin birinde annem, kardeşim Hasan ve ben üzüntü ile odasında ona refakat ederken babamın uyanır gibi olduğunu fark ettik. Ayaklandık başına dikildik. Sayıklıyor mu, mırıldanıyor mu yoksa şuuru mu açıktı anlayamadık. Sadece zar zor şu cümlesini seçebildik: “Ayşe, haydi yardım edin kümesteki tüm tavukları kesip dağıtalım köylüye…”
Zor geçen o gecenin sabahında babam bu dünyadan öte âleme göç etti.Yüreğimize yangın düştü. Sessiz bir çığlığa gömüldü ocağımız. Bu ateşi sadece babamın kucağında berrak bir suyun kenarında uyanarak söndürebilirdim lakin o da nafile. Şimdi idrak ediyordum nenemin anlattığı destanın bizi anlattığını. Ailenin en büyük erkek evladı olarak artık bana fısıldıyordu doğa çağrısını“Dağ-taş, kurt-kuş, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa hep bir ağızdan: göç, göç…” diye.
Göç hikâyesi Milli Düşünce Merkezi, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Türk Edebiyatı Vakfı, Panama Yayınları ve İLESAM tarafından 2017 yılında düzenlenen hikâye yarışmasında üçüncülük ödülü kazanmıştır. Edebice dergisinde yayımlanmıştır.
*Türklerin Göç destanından kısa bir anlatım.
*Yn: Banduma, tavuk veya hindi eti, suyu ve yufka ile yapılan Batı Karadeniz’in geleneksel yemeğidir. Tirit diye de bilinir.