Havaya, suya ve toprağa cemre düşer düşmez hareketlenir doğamız. Bir nevruz ateşi yanıverir dallardaki rengârenk çiçeklerde. Hani İstanbul Boğazı’nı bezer ya mor mor leylaklar; Safranbolu ve Karabük’te de daha zengin tonlarıyla erik, kiraz ve badem ağaçlarının çiçekleri süsler etrafımızı. Biz de baharın gelişiyle birlikte vurduk kendimizi Karabük ve Safranbolu’nun can damarı Bulak Kanyonu’na…
Ortak kültürel mirasımızın en somut örneklerinden biri olan Bulak Köyü, kanyonun hemen üzerinden bizi seyreder. Doğa ile iç içe olan Bulaklılar mevsimleri ise yaygın bir Türkmen inanışı olan “Hıdırellez” bayramına göre tanımlar. Öyle ya Kasım ayından 6 Mayıs’a kadar olan günleri Kasım günü, yılın diğer zamanını ise Hıdırellez günü olarak adlandırırlar. Çünkü doğa Hıdırellez ile uyanır ve toprak gibi insan da ısınmaya başlar artık. Bulak köylülerinin “Dut giyinmeden kul soyunmaz,” deyişi de bundandır.
Hıdırlık tepelerinde kutlanan Hıdırellez günleri Anadolu’nun yaygın inanışlardandır. Hıdır Babalar, İlyas Peygamberler anılır bugünlerde. Harman yerlerinde isteklerin dileklerin Allah’a dua diye taşlar ile resmedilmesi, ağaçların, dalların, otların, çiçeklerin koparılmaması, toprağın işlenmemesi, hayvanlara iş yüklenilmemesi yüzlerce yıllık geçmişi olan geleneklerdir. Biz de Emek Mahallesi’ndeki Gümüşhaneliler semtinden doğanın canlanışını ve huzurunu hissedebilmek adına baharın peşine düştük.
İlk durak “Türbealtı” olarak da bilinen muhit. Bizi ilk karşılayan ise tarihî kemerli taş köprü oldu. Sarmaşıklara dolanmış Arnavut kaldırımlarını sırtlanan bu abide, bizi hemen Bulak çayının karşı yakasına taşıdı. Gezgin ve fotoğraf sanatçısı dostlarımız Cemal Özbek, Ali Baykala ve Hüseyin Karataş ile gözlerimizi yerden ayıramadık. Bulaklı ustalarımızın yeteneklerine ışık tutan, yüzlerce yıllık taş işçiliğinin bozulmamış örneği Arnavut kaldırımlarıyla karşı karşıyaydık. Yol kenarına döşenmiş bordür taşları sayesinde onlarca yıla rağmen bu tarihî yol bozulmadan bugünlere gelmiş. Kaldırım taşları arasından çıkan bahar çimenleri ve çiçekleri ise tarihî bir yolda yürümenin eşsiz zevkini sundu bize. Arnavut kaldırımları için kullanıla gelen “ayağa değmeyen taşlar” deyimini yerinde hissetmek için kesinlikle burada bir kere yürümelisiniz. Biz de bir temenni olarak içimizden şöyle geçirdik: “Doğal dokusu bozulmamış tarihi Bulak Kanyonu Arnavut kaldırımları tamamen koruma altına alınıp da gelecek kuşaklara miras olarak bırakılsa…”.
Yol boyunca birkaç yüz metre devam ettik, patikaları geçtikten sonra bizi cennet gibi bir doğa selamladı. Yirmi metre yükseklikten dökülen sürpriz bir şelalenin altından geçip üç kademeli ve sonunda dev kazanı oluşturan köpük köpük Bulak suyuna kavuştuk. Kimilerinin “Türbealtı Şelalesi”, kimilerinin de “Kara Kazan Şelalesi” olarak bildiği bu manzarada dakikalarca kendimizi dinledik, fotoğraflarla bu anları ölümsüzleştirdik.
Bulak Kanyonu’na güney yönünden girmiştik. Bulak Mağarası’na, yani kuzey yönüne, doğru giden yolda bir sonraki durağımız “Kömüş Yutan” şelalesiydi. Kanyonu yine eşsiz bir cepheden izleyerek ilerledik. Bulak suyunun kenarında yükselen ceviz ağaçları, halkımızın Safranbolu’da olduğu gibi kanyonda da topraktan en verimli şekilde faydalandığını fısıldıyordu bize.
Safranbolu’nun bir kuşağına deniz olmuştur Kömüş Yutan Şelalesi. Çünkü buralar, gençlerin yüzmeyi öğrendiği, ilk anılarını yüklendiği ve doğa sevgilerini şahlandırdığı bir coğrafyaydı.
Kömüş Yutan Şelalesi’nin bulunduğu yerde bir zamanlar kanyonun iki yakasını birleştiren kemerli bir taş köprü bulunduğunu kalıntılarından anlıyoruz. Fotoğraf sanatçısı Cemil Belder’in tespitidir ki Kömüş Yutan Şelalesi yıkılan köprünün enkazının set oluşturmasıyla meydana gelmiştir. Yüreğimiz köprünün yıkılmasıyla burulsa da enkazın Kömüş Yutan’ı ortaya çıkarması hüznümüzü biraz olsun dağıtıyor.
Birkaç yüz metre ileride, özellikle Bulak Köylülerinin kullandığı, kademe kademe oluşmuş su birikintilerine varılır. Her yaşta çocuğun girebileceği derinlikteki bu göletler rakamlarla isimlendirilmiştir.
Zaman kıymetli, güneşi kaçırmadan kanyondan çıktık ve Sülükgölü’ne doğru hızla yol aldık. Kanyon içinden de varabileceğimiz Bulak Mağarası’na en yakın şelale olan diğer “Kara Kazan”a farklı ve manzaralı bir parkurdan ulaşmak istedik. Kısa sürede Sülükgölü mevkiine vardığımızda, geri kıvrılan yola uymayıp ormana açılan patikaya girdik. 40 yıllık Anadol kamyonetin kasasına ormandan topladığı odunları yığmayı bırakıp “Hoş geldiniz!” selamıyla bizi karşılayan Satı Usta ile tanıştık ilk. Ve onun rehberliğinde dağ keçisi edasıyla Bulak uçurumlarından kanyonun içine girdik. Ayaklarımızın altında ufalanan kayalara inat birkaç yüz metre sonra eşsiz manzarasıyla karşıladı bizi “Kara Kazan”.
Kanyonun daraldığı noktada çevreden koparak suyun önünü kapatan devasa kayaların oluşturduğunu tahmin ettiğimiz bu şelale, çağıltısı ile farkını hemen ortaya koyuyor. 5 metrelik yükseklikten düşerek 4-5 metre derinliğinde bir dev kazanı oluşturan şelale, huzurun ve dinlenmenin yeri olmayı hak ediyor.
Bulak Ormanı’nın ve kanyonun oksijenini o kadar solumuştuk ki şelalenin üzerinde gezimize katık ettiğimiz sandviçlerle karnımızı doyurup sohbete başladık. Satı Usta da karşı kayadaki ulu bir çınarı göstererek, geçtiğimiz kış dibinde ormandan topladığı odunlarla kendine kış uykusu için yuva yapan yaban ayıyı görme hikâyesini anlattı heyecanla.
Bulak Mağarası tarafında güneşin kayaların üzerindeki yansımasını izledikten sonra kanyondan çıkmak üzere yola koyulduk. Şair Hüseyin Avni “Bazen bir ırmak engin bir denizden daha güzeldir,” derdi. Biz de burada attığımız her bir adımda Kur’an-ı Kerim’de cennetin neden ırmaklarla tasvir edildiğini bir kez daha idrak etmiştik. Bir düşünün, Safranbolu merkeze 3-4 km mesafede Karabük ile sınır bu kanyon, Kastamonu’ya bir, Bartın’a bir, Zonguldak’a bir buçuk, Bolu’ya bir buçuk, İstanbul’a dört buçuk, Ankara’ya üç saat uzaklıkta ve adeta ırmaklardan bir cennet köşeydi.
* LOKUM LİFE DERGİSİ, SAYI 2, MAYIS 2015