Eşim epeydir Devlet Tiyatroları ve İBB Şehir Tiyatroları’ndaki oyunlardan en önden bilet alarak tiyatro seyrimizi zirveye çıkarıyor. Belki de beni oyuncu yapmaya çalışıyordur. Bu düşüncemde haksız da sayılmam. Bunu en son gittiğim oyunda oyuncunun, siyah tişört giymeme rağmen farkedilen şirin göbeğim hakkındaki esprisine kahkahalarla gülen salona rağmen yılmadan verdiğim cevapla anladım.
Yoğun bir iş günüydü. Saatin 17.00 ‘yi göstermesiyle okulun koridorlarının boşalması bir oldu. Neredeydi bu öğrenciler! Halbuki en ideal liseye giriş sınavına hazırlıyorduk öğrencilerimizi. Onlara net üstüne net yaptıracaktık. Puanlar puanlara katılacaktı… Bu rakamlar güzel işlerin kapısını açacaktı öğrencilerimize. “Rakamlar önemliydi”, 1071 Anadolu’nun kapılarını açmıştı ya bizlere. Bunu da yazsın tarih; 500 tam puan da açacaktı Amerika’nın kapılarını bizim çocuklara. Kafam çok karışık galiba, çıktık yürümeye başladık, bu akşamki oyunun ismi “İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı”. Şimdi eve git, yemeğini ye, biraz uzan – tiyatroda uyumak istemiyorsan tabi – ve süratle İstiklal’deki Küçük Sahne’ye yol al.
En son Üsküdar iskelesi önünde fazla akbilim olup olmadığını soran adamı geçerken boğazın serin sularını seyre daldım. İstanbul… Sen ne büyük ve güzel şehirsin. Tabi ki İstanbul güzellemesi yapacak değilim. Hayat İstanbul’dan daha büyük. Dairelerimiz İstanbul’dan daha büyük. Hatıralarımız İstanbul’dan daha büyük. Sevgilerimiz, nefretlerimiz, sakalımız, sivilcelerimiz, tırnaklarımız… Ama yine de yenemiyoruz onu!
Salona girerken genç bir oyuncuyu izleyeceğimizi muştuladı ilan panosu. “Muştuladı” kelimesi ne acayip, sanki zafer kazanacaktık. Ya bu işsizlerin zafer gecesiyse?
Oyun beni dehşete düşürdü. Bir dostumun neredeyse hayat hikayesiydi. Halbuki bir yıl bile olmadı yeşil polarlı dostum Bilgin Eren’i kaybedeli. Ağzından kanlar, on yedi yıldır biriktirdiği kini, acısı, hüznü ve dms, kms, kpss illeti ile birlikte gelmişti. “Bu anlattığım senin hikayen,” diye bitirmişti öyküsünü Oğuz Atay. Bu izlediğim tiyatro da senin, benim ve Bilgin’in hikayesiydi. Elbette tiyatroyu anlatmayacağım, öğrenmeye zahmet etmeyeceksen kendi hikayeni zaten gereksiz değil mi bu çaba?
Yazar Ali Cüneyd Kılcıoğlu ve tek kişilik performansıyla Berkay Tulumbacı yüreğimize ziyadesiyle dokundu. Lavobadan çıktım. Ve merdivenlerin başında genç oyuncu ile karşılaştım. “Bu anlattığın bu yıl bu dertten ölen dostumun hikayesi, bu oyun onu ruhuna bir Fatiha okudu” dedim. Duygulandık, sarıldık ve kendi İŞİ’mize geri döndük. Tüm bunlara ister kader, ister yazgı de. Masum bir hikayemiz var, üçüncü sayfa haberi dahi olamayacak bir cinayet barındırıyor içinde. Taksime ilerledik sarı dolmuşta solumda ferda, sağıma bir adam oturdu. Adama baktım Zeki bey. “Zeki beyle mi yolculuk yapıyoruz” dedim. Utangaç bir ifadeyle “evet” dedi.
Film bu ya; Zeki Demirkubuz da 22.30 dolmuşunda ne arıyorsa? Sen ne güzel ve büyük bir şehirsin, şimdi daha iyi anladım be İstanbul.