Kendimi edebî bir hikâyenin içinde bulmayalı uzunca bir zaman olmuştu. Ne de olsa üç metre karelik bir yaşamın ve uykunun kayda değer bir yanı olmasa gerekir.
Kırsalda başlayan eğitim macerası kasaba okullarına, oradan da dershanelere olanca hızıyla ilerlemişti. Bağlarbaşı’ndan Kadıköy’e tek kişilik bir kortej ise yüksek eğitimin nihai törenine hızlı adımlarla yürümekte ve iradesiz tercihin sonucunu elime tutuşturmaktaydı. Simit artıkları peşindeki martılar, vapur düdüğü, egzoz dumanına karışan balık ekmek kokusu veya marjinal eylemlerin hemen hemen hepsi de adeta kumpanyalar diyarının fragmanını sergilemekteydi.
Fötr şapkalı züppeler, sırtlarındaki enstrümanı viyolonsel olan bukleli kızlar ve yahut yumrukları her daim sıkılı, ancak ringe çıkmaya çekingen boksörler sokaklarda kol gezmekteydi.
Anadolu’da dolmuşa binmeden gidemeyeceğiniz mesafeler, bu kentte yürüyüş parkurudur. Tabanlarını şişirene kadar yaptığın yürüyüş çoğu kez bir cami haziresinde noktalanmakta ve yarın diye bir şeyin olmadığını, ölüler korosu kulaklara fısıldamaktaydı. Yoksa şair der miydi? ‘‘Deryada sonsuzluğu aramaya ne zahmet! Al sana derya gibi sonsuz Karacaahmet! …’’[1] Diye.
Her yerdedir, zor aşklar, zorlanan dostluklar, aldatmalar, hırsızlıklar ve cinayetler. Lakin camilerde de kol gezmeye başlamış şeytanın halifeleri. Arasından geçmesin diye sıklaşan saflardadır kendileri…
Yıllarca süren uyku sorunu artık bitmeliydi, her şeye başladığım Arnavut kaldırımlı kente döndüğümde. Ve gidenlerden kalan şey neyse elde…
Nedenini bilmiyorum ama kendimi heyecanlı hissediyordum. Pasif içtiğim sigaralara belki de hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Uyunması gereken zamanlarda gelen bu his, rahatsızlık vermeye başlamıştı bile. Zihnimin berrak, vücudumun dinç olması lazımdı ki, birkaç cephede birden savaşabileyim. Sinatra’dan beni yarına hazırlamasını beklerken, Tarık Buğra ‘‘yarın diye bir şey yoktur’’ diye seslendi rafların arasından. Her şeye rağmen uykuya giden yolda rakamlara sığındım. Tam yüzden geri saymaya başlayacakken işimi garantiye almak adına bini tercih ettim. Bin, dokuz yüz doksan dokuz, dokuz yüz doksan sekiz… yedi yüz elli bir, beş yüz yetmiş bir, iki yüz kırk üç… (dermanım tükenmiş, dilim dönmeksizin) seksek bir, seksen, yetmiş dokuz, yetmiş sekiz, yetmiş sekiz… Daha aşağıya inemiyorum, nasıl ineyim ki yetmiş sekiz bu kadar mı anlam bulurdu benliğimde?
Sıfır yetmiş sekizdi okul numaram, yetmiş sekizdi şehrimin plakası ve bu şehrin uzmanıydım, yetmiş sekiz kiloydum, son girdiğim sınavdan yetmiş sekiz netim vardı. Tüm bunların üstüne hala uyuyamamıştım. Tanyeri mi, o da ağarmakta yavaş yavaş. Yorganın üzerine bıraktığım kitaba şöyle bir bakıp, örselemeğe başladım klavyeyi. İntihalse intihal… İnanmayanlara da babamın olması kaydıyla bir bavul içine okul kimlik kartımı, bir adet 78 plaka, baskül ve abaküs ile sınav sonuç belgesini hazırladım bile.
Anılarım bu kadar sade mi geçit yapacaktı gözümün önünden? Neredeydi okuduğum kitaplar, dava adamları, plaklarım ve gazete kupürleri… Neden yorgun bedenimi ikna edemiyordum ve yarına yapılması gereken onca işe rağmen.
İdeallerim, projelerim ve duygularımın eşliğinde yaptığım yetmiş sekizli gelecek tasarımını son bir hamle ile devirdim; ‘‘sonra da, uykuysa, uyumak bir mârifetse, al uykuyu diyerek akşama kadar uyudum’’[2].
Mehmet Kütükçüoğlu, Eylül, 2010
[1] Karacaahmet, Necip Fazıl Kısakürek
[2] Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Tarık Buğra