SAFRANŞEHRİ'NDEN YAZIYORUM

MAĞARADAKİLER

Geçmiş zaman bir Cemil Meriç kitabında okumuştum,  Eflatun’un metaforunu…

Bir mağara düşün, zifiri karanlık, izbe bir obruk misali! Girişi boydan boya vahşi bir gün ışığıyla kaplanmış sadece. İnsanlar var bu mağarada. Küçüklüklerinden beri zincire vurulmuşlar, başları sabitlenmiş, sadece karşılarını görebiliyorlar. Duyguları “Cesur Yeni Dünya”, hırsları “Hayvan Çiftliği veya 1984” romanındaki gibi şekilleniyor, ilkelleşmeleri ise “Sineklerin Tanrısı” romanındaki kadar hızlı oluyor…

Bu insanlar aynı yere bakıyorlar, aynı şeyleri benzer açılardan görüyorlar. Mutlak gerçeklik gözlerinin önünde! Derken arkalarından bir ışık geliyor, uzaklarda yakılan bir ateşten. Ateşe doğru taştan bir yol gidiyor. Yolun kenarı diz boyu duvarlarla örülmüş, kutsal bir ayin sahası gibi. Ellerinde tahtadan, çamurdan, taştan, helvadan yapılmış insan ve hayvan heykelcikleri olan insanlar, bir oraya bir buraya gidip geliyor. Ürpertici ve garip bir tablo, esirlerin durumu ise daha da garip. Düşünsene, arkalarından gelen ateşin ışığıyla insanların hareketlerini ve hatta kendilerini bile duvara vuran gölgelerinden görebiliyorlar. Bir de dışarıdan seslerin geldiğini düşün, esirler gölgelerin konuştuğunu düşünecek. Öyle ya, onlar için tek bir gerçek var: gölgeler.

Var mısın, esirlerin zincirlerini çözerek onları korkularından da kaygılarından da kurtarmaya? Neler olurdu kim bilir, anlatmamı ister misin?

Zincirleri çözülen esirler yıllardır hareketsiz kaldıkları için yürümekte zorlanır; yere düşenler, canı acıyanlar sürünmeye başlar. Başlarını çevirerek ışığa gitmeye çalışsalar gözleri acır, ışığa bakmaya güçleri yetmez, zorlanır. Kamaşan gözler, zaten gölgelerini gördükleri cisimleri nasıl tanıyacak, elbette tanıyamaz. Biri onlara; “Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçeklerle karşı karşıyasın,” dese şaşıracak ve yıllardır mağarada gördüklerini tek gerçek sanacaklar.

Bir esiri biraz daha dışarı çıkarıp güneşin aydınlattığı yamaçlara götürsek, bağırsa, çağırsa orada; yıkılsa, öfkelense… Hiçbir şeyi göremese de dinleme onu, alışsın bu şiddetli ışığa! Belli bir süre sonra fark etse diğer insanların gölgelerini ve cisimlerini, hatta suya vuran akislerini. En sonunda güneşe çevirse bakışlarını…  Akşam olunca da gökyüzündeki ayı ve yıldızları izlese, düşünmeye başlayacaktır ki, mevsimleri de yılları da güneş yaratıyor. Ve görünen o ki dünyanın yöneticisi de o!

Eski günlerine dönmemek için en ağır çileye bile katlanabilecek bu adamın mağarasına döndüğünü düşünsene. Karanlığa kolay alışabilir mi? Arkadaşlarına dese ki “Gerçeklik dışarıda.” İnanırlar mı? Yoksa alay mı ederler onunla?

İşte şu anki durum Türkiye’de de Karabük’te de böyledir, gülme; bu anlatılan senin hikâyen!

Üniversiteyi kazanıp Marmara Üniversitesi Haydar Paşa Kampüsü’ne kayıt olmaya yürüyerek gitmeye çalıştığım o günü hiç unutamam ben de. Çünkü o zamanlar İstanbul’u da Safranbolu gibi yürüyerek kat edebileceğimi düşünüyordum. İlk yüksek tahsil dersimi o gün almıştım: bu kentte hemen hemen herkes gibi ben de çok küçüktüm. 2012 yılında mağaramdan çıkıp Türkiye üniversitelerinde tarih alanında Karabük araştırmalarımı 50 yıl aradan sonra ilk defa “Türkiye’nin İlk Ağır Sanayi Kenti Karabük” kitabıyla yayımladım. Ne var ki geride kalanlara sesimiz hala ulaşamamışa benziyor. Ben ise o karanlığa, en ağır dünyevi çileyi de çeksem bir daha dönmeyeceğim.  Unutmamalı, gerçeklik dışarıda. Kutlu olsun 3 Nisan 1937!

3 Nisan 2016

Yorum yapmak ister misiniz ?

2.933 defa okundu