“Ahde vefası olmayanın imanı da olmaz” Hadis-i Şerif
Geçtiğimiz döneme bir mezarlık sevdası damga vurdu geçti efendim. Çabuk unuttuk.
Şöyle ki geçtiğimiz yıllarda bir TV programında falanca şehrin belediyesinin hizmet alanındaki aile mezarlığına yatırım yapmadığını, oradaki tarihi mezarlar başta olmak üzere, mezar taşlarının harabe halde olduklarını ifade etmiştim. Telefonla canlı yayına bağlanan belediye başkanı yalanlamıştı beni. Ben de ertesi gün yerel gazetede belgeleriyle vahim mezarlık tablosunu yayımlamıştım. Utanan olmadı tabii. Ancak birazcık faydam oldu galiba ki yol asfaltlandı, çeşmeler tamir edildi. Allah’a şükür ölülerimiz de eksik olmuyor ya, yeni yeni şık mezarlarımız yapıldıkça daha da güzelleşti aile mezarlığımız.
Sonrasında moda, mezar taşı okumaya vardı. Mezarı / mezarlığın kendisini dahi unutan arkadaşlar birden bire mezar taşlarını neden okumadığımızı hatırladılar. Ferman verildi, tüm ülkede eski Türkçe okuma kursları açıldı ve yüzde beş olan eski Türkçe okuma yazma oranı bir gecede yüzde doksanlara çıkarıldı. Ancak bir sorun vardı. Mezar taşı okumanın tüm Anadolu’da sakıncalı bulunduğu atlanmıştı. Mezarlık parmakla gösterilmez ve mezar taşı okunmazdı; çünkü unutkanlık yaparmış efendim. Evet, bu sefer de ülkenin neredeyse tamamı mezar taşlarını okuduğu için tecrübe ettiği her şeyi unutmuştu…
Tüm gözler tarihçilere çevrilmişti. “Ne olduydu eskiden, anlatın lütfen anlatın,” deniyordu… TV’lerde izlenen tarih dizileri dahi herkesi galeyana getirmişti. Tarih furya halini almıştı, herkes tarihini öğrenmeye çalışıyordu, fakat ne mümkündü unutkanlıkla baş edebilmek, her şey yine ve yeniden unutuluyordu. Tarihçiler kitaplarını yazıyordu bir yandan ama okuma oranı yerlerdeydi. Memlekete eski Türkçe okutmaya çalışırken yeni Türkçeyi unutturmuştuk! Ah o mezar taşları ah!
Latife elbette efendim latife!
Her insanın yüzde yüz sahip olduğu tek dünyevi mülktür mezarlık; düşmek lazım yakasından. Rant alanı olmaktan çıkarmalıyız ebedi istirahatgahlarımızı…
“Ölülerimiz Nerede?” isimli öyküsünün ilk kısmında anlatır, Ercan Kesal. Kısaca şöyledir: Stajyer bir doktor, cenazeyi sedyeyle asansörün ürpertici gıcırtıları eşliğinde morga götürür. Lakin bir sorun vardır, tüm çekmeceler doludur. Morg görevlisi, kayıt defterini açtıktan sonra bir çekmeceye yönelir. Ufak bir bebeği çıkartır başka bir çekmecedeki kadının kucağına yatırır. Getirdikleri cenazeyi de boşalan çekmeceye yerleştirirler. Stajyer doktor şaşkınlık ve korku ile görevliye bakar ve adam açıklama yapma ihtiyacı duyar: “O da onun annesi sayılır, annesinin koynuna koyduk işte!” Stajyer doktor “Mezara da birlikte koymasınlar?” der. “Merak etme,” der kapıya doğru yönelirken görevli; “Kimse kimsenin çukurunu dolduramaz. Herkesin mezarı kendisine,”.
———–o————-
Mezar taşı gibi istismar sahasına dönen bir başka şey de kitaplardır. Kitap fetişizmini nekrofiliye benzetiyorum. İlim, kültür, kitap, ahlak umurunda değildir çoğu zevatın. Ancak yazarı ve kitabı öldürüp zevkini çıkarmaya da bayılır ehl-i cahil. Yazara galip geldiği için de cahil, kendisini sunmada güzel bir araç yapar kitabı. Okumadıkları kitaplar ellerinde kültürlü adam tavırlarını takınırlar.
Bırakın beyler ikiyüzlülüğü bırakın! “En son hangi kitabı okudun?” Diye etrafınıza soracağınıza, ilk siz düşüneceksiniz, “Yaşadığım şehri anlatan kaynakları, öykülerini, şiirini ben okudum mu?” diye…
Allah-u Teâlâ vuslatını nasip ettiği gün inandığımız gibi de ölürsek eğer, bizimle beraber toprağın altına girecek olan paramız değil, memleketimiz için bu dünyada harcadığımız emek ve gösterdiğimiz gayret olacaktır. Yazdığımız kitaplar her okunduğunda amel defterimizi açtıracak inşallah. Ancaaak, bu fani dünyada hak etmedikleri koltukları işgal edenler öldüklerinde, amel defterlerini Münker ve Nekir nasıl dolduracak ? Bunun cevabını da merak etmiyor değilim.
Sözün özü, belki bu dünyada herkes bir başkasının yerine geçebilir ama ölüm kapımıza geldiğinde kimse bir başkasının mezarını dolduramayacak.