Neslihan’a Neslihan’a; ne mutlu Neslihan’a…
Bilmiyorum sıralayacağım kelimeler seni anlatmaya yeter mi?
Zorlandım, haftalar geçti elime alamadım kalemi. İçimden gelmedi klavyenin tuşlarına basmak. Yazmalıyım dedim, üzerime bir görev düşüyorsa o da yazmaktı çünkü. Hayıflandım mezarın başında, yanına gelmeye dahi utanarak.
Yazamadık Hüseyin ağabeyim yazamadık! Senin ölümünü çıkıp adam gibi yazamadık. Senin kendini çok yalnız hissettiğin bu koca şehirde, seni yazacak bir tane adam çıkaramadık. Özür dilerim Hüseyin ağabeyim, ben de yazamadım. Helalliğini almak üzere seni getirdiğimiz evinin önünde toplanan kalabalığa bir iki kelam etmek istedim. Kelimeler boğazımda yumru yumru oldu, yüreğim kaynadı. Safranbolu’da yapayalnız kalmışım gibi sanki, sanki dünyadaki en büyük ödevini yapmayı unutmuş dostun, arkadaşın olarak hakkında adam gibi iki kelam edemedim Hüseyin ağabeyim!
Temmuz 2015
Cinozoğlu hızla zayıflıyor, acaba hasta mı?
Hüseyin ağabeyim “Mehmetcik” diye heyecanla açtığı telefondaki konuşmalarımızda son zamanlarında artık dışarıya çıkmak istemediğini ve evde uzunca uyuduğunu anlatıyordu. Çok yorulmuştu çözümü uykuda aramaya başlamıştı. Safranbolu Devlet Hastanesi’nde yatmış, biraz kendine de gelmişti hâlbuki. Eve de çağırmaz olmuştu beni, canı almıyordu uzun sohbetleri belli ki.
Çok geçmedi bir iki hafta sonra, temmuzun on dokuzuydu, Ramazan bayramı gelmiş çatmıştı. Cemil, Esra, Ferda ve ben, Hüseyin ağabey ile Emine ablaya bayramlaşmaya gittik. Son birkaç haftadır Cinozoğlu’nu dışarı çıkarmaya gücüm yetmemişti ya, bayram ziyareti dolayısıyla evde son halini görmeyi fırsat bildim, ona can alıcı bazı konulardan bahsettim ama oralı bile olmadı. Şair, yorgun ve umursamazdı. Şu dünya ağır bir yük olmuştu sırtına, ah bir atsa sırtından yere, nasıl da rahatlayacaktı. Yüzündeki acı her yerden belli oluyordu. Mutlu pozlar vererek fotoğraflar çektirdik. Bir tek Hüseyin ağabeyim fotoğraflarda değildi. Biz ekrana bakarken o sağa sola bakıyordu. Bu işkence bitsin der gibi, şu hayat denen eziyet bitse de gitsek der gibi…
Emine abla her zamanki gibi Hüseyin ağabeyimden daha hevesliydi fotoğraf çektirmeye. Kocasının ne kadar yakışıklı olduğunu anlatıyor, kendi güzelliğinin ise zaman içinde nasıl yok olduğunu zikrediyordu.
Cemil ve Esra’ya veremediği düğün hediyesini takdim etti, “Ferda’nın da parmağına yüzüğü artık takmalı,” demeyi ihmal etmedi arada. Bu güzel çift ne zaman 80’lerde doğmuş bir genç görse Neslihan’ı görmüş gibi olur ve ağlamaya takati olmayan gözlerle biricik rahmetli kızları Neslihan’larını hüzünle, hasretle anlatmaya başlardı. Emine abla tekrar başladı kızını gururla ve durmaksızın anlatmaya; “Genç kızken de çok severdim Neslihan adını, kızımın adını ben koydum,”. Bilmem kaç bininci defa ama kesinlikle o ilk defasındaki zevkle dinlemiştim. Ah emine ablam, bu dünya nasıl da cehennem olmuş sana, Hüseyin ağabeyimin annem, karım, hizmetçim, arkadaşım dediği saf meleği…
Şair Hüseyin Avni ile o gürültüde sohbet etmeye çalışırken, Emine abla’nın sesine dayanamayan Hüseyin ağabey “Emine kamu düzenini bozma!” ikazı ile ortalığı biraz olsun yatıştırdı. Kısa bir süre sessizlik olsa da “Siz Mehmet ile öyle konuşun biz de böyle konuşuyoruz,” dedi Emine ablam, bacak bacak üstüne attı elinde örgüsü ve şişleriyle tam bir anne pozu vererek…
Şair hastanede bazı tetkikler yaptırmış, sonuçlarını bekliyordu. Aklıma gelen ancak gerçek olmasından korktuğum hastalık senaryoları gittikçe kuvvetleniyordu. Her şey yolundaymış gibi davranarak, yorgun zihnini azad ettik şairin. Evden çıktığımızda “Hüseyin ağabeyim hiç iyi değil,” dedim; enerjisi gitmiş, bitmişti sanki.
23 Temmuz’da Safranbolu’ya üniversiteden arkadaşım Trabzonlu can dost Can Koç gelmiş ve ben hayatımdaki iki önemli şairi yan yana görecek olmanın mutluluğunu yaşamıştım. Bir dost sohbeti kurduk Hüseyin ağabeyimin evinde. Yüzlerde hayatın cilvesi vardı. Yorgunluk değil, yaşanmışlıklardı belki de sevgileri daha değerli kılan. Okuduklarını kitap fetişizmi haline getirmeyen, mucize dostluğu ile Can Koç ve dehasını anlamayan çok sevdiği sürgün şehrine rağmen şiirinden bir an olsun vazgeçmeyen şair Hüseyin Avni ile hasbıhal ettik. Emine ablanın sempatiyle üçümüzü çektiği fotoğraf nasıl da güldürmüştü beni… Evinden haftalardır çıkamayan koca şair de çok mutluydu. İlk fırsatta internet “cafe”ye gitmiş ve Can dost için şu satırları yazmıştı:
“Can Koç,
sahilde karanlık bir adamı kendine hayran ederek
karanlıklara doğru yelken açtı.
Çünkü Can Koç
ruhunda deha şahlanışları var;
çünkü bu dünya Can Koç’a yetmiyor.
Sanki cigarasının kızıl ucunun yüzünü aydınlatmasından sakınan
Fernando PESSOA evimi ziyaret etti.”
Ağustos 2015
Cinozoğlu akciğer kanseri!
Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur’un kaderiyle yola çıktı koca şair. Şair dostu O.Günay ona ne kadar moral vermeye çalışsa da, o yolun sonuna geldiğinin pekâlâ farkındaydı.
Hüseyin ağabeyimizi, bir daha göremeyebiliriz korkusuyla, Onur, Gamze ve Ferda’yla Zonguldak’a ziyaretine gittik, kendisini oldukça iyi de görmüştüm. Ferda ile odasına çıktığımızda bizi gördüğüne nasıl da şaşırmış ve sevinmişti. Hastanede kaldığı süre boyunca ziyaretine gelen, telefonla geçmiş olsun dileklerini ileten dostlarından bahsetmiş, “Ben bu kadar seviliyor muydum?” diye latife etmeden de geçememişti. Fotoğraf çekildik ve Facebook şifresini verdi, “Evlatlarımla…” diye paylaşın dedi. Kendisini en kısa zamanda Safranbolu sokaklarında kanatlanan kelimeleriyle tekrar görebilme duasıyla hastaneden ayrıldık. Ağustos sonu Eylül başı doktorunun itirazlarına rağmen özellikle evine, kendi krallığına gelmek istemişti Şair Hüseyin Avni. Hem akciğer kanseri hem de KOAH olması nefes almasını iyice zorlaştırıyordu. Bir gece tekrar Safranbolu Devlet Hastanesi yoğun bakımına kaldırıldı, kendine gelir gelmez tekrardan evine çıkmak istedi. Ne olacaksa evinde olmalıydı!
3 Eylül gecesi Ankara’dan Safranbolu’ya döndüm, şehir dışında olmak canımı çok sıkıyordu. Ertesi gün ilk işim Hüseyin ağabeyimi ziyaret etmek olacaktı. Aynı gece Şair Hüseyin Avni ise, odadan odaya biricik melek eşi Emine Abla’nın peşinden gitmiş ve onun yanına kıvrılmıştı hep. Büyük şair hastaydı ve dünyanın yükünü artık kaldıramıyordu. O çakmak çakmak bakan gözlerinde artık sadece acı vardı. Kendine yazar diyen çoğu kişi başı ağrıdığında gerçek meşgalesine döner kalemini fırlatır ya, şair Hüseyin Avni öyle yapmadı; o gece son şiirlerini yazdı. Saf bir mümin edasıyla şefkat diledi Allah’ından ve biricik kızına kavuşacak olmanın sevinci yansıdı mısralarına.
Tıpkı annesi gibi uykuda canını vermek hayaliydi, öğlene doğru yeğeni Cafer’e biraz uyumak istediğini söylediğinde kim bilebilirdi bir daha uyanamayacağını. Yeğeni bizi arayıp Hüseyin ağabeyimin artık hareket etmediğini söylediğinde evine bir dakika içinde nasıl ulaştığımızı anlamadık. Kapıdan içeri girdiğimizde cansız yatan bedeni oturur vaziyette, daha önceleri misafirliğine gittiğimizde hep oturduğumuz o kanepede öylece karşıladı bizi. Ayaklarını, ellerini ve yüzünü okşadım, koca dev şaire son temasımdı bu. Artık dua etmekten başka yapacağımız bir şey yoktu. Ümmi kelimesini ne çok severdi, ümmi bir ömre hasret hayatında hep şefkat diledi Allah’tan. Geçmiş bir sohbette sorduğumda kendisine “Hüseyin abi heykelin yapılsın ister misin?” diye, “Yok be Mehmet adıma bir çeşme daha hayırlı olur,” demişti. Şiirlerinle berrak bir su gibi genç dimağları ebediyen beslerken sen hayır çeşmeni zaten inşa etmiştin Hüseyin ağabeyim.
Son görev
5 Eylül günü Safranbolu Dedeoğlu Camii’nde öğlen namazı sonrasında kılınan cenaze namazında aile efradı, komşuları, sevenleri, yazar dostları, kadirşinas devlet erkânı hazır bulundular. Biricik kızının mezarı başına mezar kazılmaya çalışılmış lakin bir kayaya denk geldiği için, şairin mezarı tel örgüler biraz ötelenerek Neslihan’ın mezarının yanına açılmıştı. Cinozoğlu sınırlarda yaşadığı bir hayattan mezarlığın sınırlarını zorlayan bir hayata, hem de kızının koynunda, sonsuzlukta uyumak üzere yanımızdan ayrıldı.
Hüseyin Avni Cinozoğlu kaleme aldığı eserlerin neredeyse tamamında kendi acı ve sanrılarını anlatmıştır; aşk, gurbetlik, kaybetmiş olmanın dayanılmaz acısı, yalnızlık, sevinç, ümmi bir iman, Neslihan, Neslihan…. Kısacası sürgün bir şehzadenin krallığındaki yaşam tasvirleri.
“insan toprakta çiğdem
ilk felsefe dersim
ölünce çiğdemler gibi
toprakta açacağız, derdi annem”
Ah Hüseyin ağabeyim, yağmurlu bir günde ölürsen karanfil serpin mezarıma demiştin; yağmurlu da değildi gökyüzü! Ancak çiğdemler patlayacak mezarından biliyorum. Sen anlatırdın ya devamlı, annene ölümü sorduğunda aldığın o naif cevabı. Ölüm, sonrasında toprakta çiğdem olup açmaktır demiştin hani. İşte ilkbahar geldiğinde sen de çiğdem olup açacaksın toprakta biliyorum.
Selam ve sevgi ile
“Dedi ki
Hülyası büyük olmalı insanın
taşta çiğdem açmalı”
Cinozoğlu
Bu yazı Müzekent Safranbolu Gazetesi’nin Ekim Kasım 2015 tarihli nüshasında yayımlanmıştır (127. sayısı).